Volkan Çıkıntoğlu
01 Eylül 2017
“Nerede kalmıştık?”
Asıl soru bu değil. Bilmiyorum belki asıl soru buydu ama insan garip bir yaratık, karıştırıyor bazen. Artık, biraz daha aşinayız her şeye. Ama aşinalık, her şeyi kolaylaştırırken, bir kıyas da bırakıyor aklımızın kenarına: “Yine yapabilecek miyiz?”. Sorunun cevabını değil, aslını arayarak yol kat etmek gerekir belki. O zaman başlayalım. MonoFest’17’ ye hoş geldiniz.
Bavullar Şirince’den taşınıp, misafirler odalarına yerleştirilirken, akşam oyun öncesi bir duş alınırken, artık daha az aksilik çıkarken, Nesrin görev dağılımını kolaylıkla yaparken, teknik ekip işini çarçabuk hallederken, tüm cümleler “geçen festivalde” diye başlayıp, “bu sene buna dikkat edelim” ile biterken, Celal’in açılış konuşmasının konforunda, Erdem’in excelli kullama hızında, hep o aşinalık… Bundan mütevellit, tecrübelendik diye ortalıkta dolaşırken, misafirlerimiz arasında daha fazla tanıdık yüzle karşılaşırken, tanıdık yüzler de tecrübeden mütevellit daha az soru sorarken, daha az sorular ve daha az aksilikler içinde bir huşuyla, aklımızda kenarında dolaştı o kıyas: “Güzel olan bir şey tekrarlanabilir mi?”
Bu bloğu takip edenler bilir, MonoFest’16 çok güzel geçmişti, ya bu sene öyle geçmezse, o bir anlık tesadüf idiyse. Neyi doğru yapıştık; tam olarak neler denk gelmişti de, büyülenmiştik olan bitenden. Ben mesela, tekrar yazabilecek miyim acaba diye dolanırken, geçen senenin yazılarını okurken hatta daha gözümü karartıp, acaba ilk güne geçen senenin ilk gün yazısını koysam diye düşünürken buldum kendimi. Ne var yani, öylece okusanız. Ben bu sefer yazabilecek miyim’den kurtulsam, siz de her şey aynı kalabilmiş diye sevinseniz… Ama o zaman “Nerde kalmıştık?” sorusuna kaldığı yerden devam edemeyecek kaskatı bir bedenle bakarız, soru anlamsızlaşır. Asıl soruyu aramaya devam edelim.
İyi ki akli olanın dışında kalan, o dile gelmeyen festival ruhu var. Başka bir şey diyor medrese sakinlerine. Mesela, Doğu Can’nın tabiriyle herkese teşekkür ettikten sonra, “bulaşıkları yıkayabilir misiniz, tuvalet kağıtlarına klozete atmayınız?” diyor. Her şey böyle kalıplardan kurtularak olmalı. Sonra İsrailli grup Home Made Ensemble’dan “Shall We Dance?” oyununu sahneye düşürüyor. Hiç ara vermeden, ışıklar kapanıp, black out bile olmadan. Böyle olmalı diyor, festival ruhu. Yoav Bartel, “Shall We Dance?” isimli tek kişilik oyununda, İsrailli bir dansçının askerliği gibi kişisel bir deneyimden, bir insanın yalnızlığı gibi evrensel bir temaya uzanıyor. Bu yalnızlığı, çokça güldüğümüz, seyircinin katılıma açık bir süreç içinde takip ediyoruz. Oyunun sonunda hep birlikte dans ederken buluyoruz kendimizi. Bir şeylerin başladığını, havamızın değiştiğini, Medrese’nin başka bir şeye dönüştüğünü hissediyoruz. Dans edemeyeceksen, ne yapalım festivali, diyor festival ruhu. Hak verme meselesi değil, sadece teslim oluyoruz. Sonra peşi sıra Doğu Can’ın yeni stand up’ını izliyoruz. Bir gülüyoruz, bir gülüyoruz, “oh, bu iyi geldi diyoruz.”. Siz –festivale gelmeyip, bu bloğu okuyanlar olduğunu varsayıyorum.-, İstanbul’da Doğu’nun peşine düşersiniz artık.
Festivalin birinci günü bitiyor… Belki festival ruhu şunu diyor, her şeyin güzelliği biricikliğinde, bir öncenin tekrarı olmasında değil. Süreklilik bir kalite meselesi değil, bir dönüşme meselesi. Zaman dönüşüyor, mekan dönüşüyor, başlayan her şey bitiyor ve çok şükür ki, kısır döngüye girmiyor. Artık kaldığımız yerden devam edebiliriz.
Şimdi asıl soruya geçelim o zaman: “İnsan bir festivalden gerçekten ne bekler?”. Benim bir cevabım var ama bunu festival bitene kadar birlikte düşünelim.
Bu arada, tekrar hoş geldin seyirci, gel otur çimlere soluklan biraz, merak etme, buradasın.