Volkan Çıkıntoğlu
29 Ağustos 2016
Bugün biraz dağınık yazacağım. Çünkü post-festival sendromu bunu gerektirir…
Avluda, revakların altında, amfi tiyatroda yüzlerce insanın dolandığını, şu an ki sessizliğe bakınca kim inandırabilir bizi? Monofest’16 bitti. Her bitişte ne yaşanıyorsa o oluyor, ne eksik ne fazla. Gürültü patırtının içinde, birinin seslenmesi, sonsuz sayılı katılımcı soruları ve yetişmesi gereken işlerle kesilen o kaotik zamana alışınca, bu dinginlikte yazamıyorum. Hüzünle karışık bir miskinlik yaşamak, biz geride kalanların biraz olsun hakkı değil mi?
Dünkü oyunlardan bahsedeyim; belki biraz kafamız dağılsın. Erdem Şenocak, bu sefer Ben Pierre Rivière oyunu ile çıktı karşımıza. Celal Mordeniz ve Erdem Şenocak’ın ilk solo projesi olan oyun, gerçek bir hikayeye dayanıyor. Pierre’in bilinç akışı, dağınık dünyası ve faili olduğu dehşet, oyunun ince işlenmiş ses ve hareket makamıyla (Makam, Seyyar Sahnenin özellikle üstünde durduğu bir terim) taşınıyor. Biz seyirciler, Erdem’in etrafını çevirmiş otururken ve Erdem elinde tebeşir anlatısını kuruyor. Tam bu noktada, biçim, oyunun hikayesiyle de kesişiyor. Pierre, biz onu çevreleyip, boğduğumuz için mi anlatıyor yoksa o anlattıkça mı biz önlenemez bir merakla onu çevreliyor ve boğuyoruz? Tüm bu yönleriyle, Ben Pierre Rivière seyirci için özel bir karşılaşma.
Bir diğer oyun, Asnat Zibil’in oynadığı Mısırdan Çıkış oyunu. Kardeşinin yazdığı, otobiyografik bir anlatı. Oyunun fuayesinde öğrendik ki; bu hüzünlü hikayenin bir kısmı İzmir’e de uzanıyormuş. Benzer bir durum Annemin Sessizliği oyununda da olmuştu. Oyuncu Bea’nın atalarının İzmirli Ermeniler olduğunu öğrenmiştik. Dünyanın küçüklüğünü hissetmek çok güzel.
Son oyun ise Doğu Can’ın İçimde Kalmasın isimli standup gösterisiydi. Doğu Can, ışık yapmadığı zamanlarda ne kadar komik olduğunu cümle aleme gösterdi. Festivale güzel bir final yapmış oldu. Böyle organizasyonları, tebessümle bitirmek önemlidir.
Nihayetinde, Monofest’16 bitti. “Her mevsimin bir sonu vardır.” diyordu şair ve ekliyordu; “her şey birden bire oldu.” Ama nasıl oldu, neler yaşandı hiç anlatmıyordu. Mesela, Can’ın geceleri bakkalda uyuduğunu, Yağmur’un çeviri yapmaktan beynin dille ilgili bölümünün hasar gördüğünü, Yasin’in fotoğraf çekmekten ellerinin nasır tutuğunu, teknik ekibin on sekiz saat çalıştığını, mutfak ekibinin fuayelerde soğan ve kabak doğradığını söylemiyordu. Celal’in projeksiyon kapanmasın diye oyun boyunca fişi tuttuğunu; Nesrin’in biz bu oyunları izleyelim diye bütün sene binlerce mail yazdığını; Erdem’in, Doğu’nun, Emre’nin koşturma arasında bir nefes oyunlarını oynadıklarını unutuyordu. Anlatsa ne olurdu? Hayat, kelimelerden daha büyüktü ve bunlar ve yaşananların hepsi tatlı anılar olarak hatırlanacaktı. Çünkü güzel bir festivali geride kaldı. Medrese; ekibiyle, katılımcısıyla güzel insanlar biriktirdi. O güzel insanlar da, o güzel Toroslara binip gittiler.
Seneye buluşma umuduyla…