“Peki, bir büyülü söz yok mu?”
Şimdi, tarihi biliyorum: MonoFest’17’nin bittiği gündeyiz. Artık sorulara biraz olsun cevap bulabildik mi? Bilmiyorum. Gidenlerin kaldırdığı tozun toprağın biraz olsun dinmesi, Medresede bıraktıkları boşluğun biraz olsun dolması için ne yapsak da buraya yığabileceğimiz her şeyi yığsak… Yığmaktan başka bir çarem yok okuyucu, çünkü bu bloğun zaten halihazırda kaygılı sesi, festival sonlarında iyice dağılıp, süreksizleşiyor. Tedirgin düşlerinde, kapanış yazısını yazdığını görüyor. “Festival tüm coşkusuyla sona erdi.”, “Her şey adeta bir rüya gibiydi, şimdi uykudan uyandık.”, “şimdiden bir sonraki festivalin çalışmalarına başladık. 2018’de görüşmek üzere.” diye cümleler yazdığı kabuslardan fırlayarak ve terler içinde uyanıyor. Ne yapayım, hiç değilse buraya olabildiğince cümleler yığsam, maddeler halinde mesela, kaygım biraz olsun yatışır mı?
- Thomas Richards’ın (Şimdi size Thomas Richards’ı tanıtmalı mıyım? Ama eğer çok kısa tanıtırsam o zamanda hakkını verememiş… Bu arada önümden devamlı valizler, bavullar geçiyor, birileri gidiyor.) yönettiği, Cecile Richards’ın oynadığı Firari Zaman’ı izledik. Medrese’den Grotowski Center geçti diyeyim, siz anlayın.
- Bir yazının hangi süreçlerden geçerek size ulaştığını anlatayım da, festival denen vakanın ne menem bir şey olduğunu sezelim. Önce, koşturuyoruz sağa sola. Yasin fotoğraflar çekiyor, ben insanları sıraya sokuyorum, “salona girerken sandalyelerinizi getirin.” diyorum. Yasin, fotoğrafları vermemiş oluyor. Sonra herkes içeri giriyor. Yasin bu arada, tripodu sahneye kurmuş oluyor. Biz, dolmuş gibi kapıyı üzerimize çekerken, “kaptan, devam et.” dercesine teknik ekiple işaretleşiyoruz. Oyun başlıyor. Yasin, hala fotoğrafları vermiyor, çünkü bir de çadırlarla ilgilenme görevi varmış. Sonra gün bitiyor. Gece Yasin, bilgisayarına devamlı bir şeyler takıp çıkartıyor. Ama bir türlü bana fotoğrafları vermiyor. Sonra binlerce fotoğraftan seçme yapmaya çalışıyoruz. Bu arada, blog çok karışık, okuyucu. Muhakkak bir şeyi yanlış yapıyorum. Sonra siteden sorumlu olan Kutay gelip, düzeltiyor. Sonra sosyal medyadan sorumlu olan biri yazıyı paylaşıyor. Kendi halinde bir yazı bile nelere dokunup ortaya çıkıyor. Festivalde, her işin böyle dolandığını hayal edin. Bunu kesinlikle güzel bir şey olarak hayal edin. Çünkü bilge birinden duymuştum, “kusur benim imzamdır.”
- Bir ara Mihran’ı görür gibi oldum. Koca mavi gözleriyle avludakileri izliyordu. O mu, değil mi emin olamadım. Sonra dev bir kese kağıdının altına giren birini gördüm. Dediler ki, izlediğin ÇAK’ın “Sar” oyunudur. O zaman tamam dedim, demek Mihran’mış gördüğüm. (Yine bavullar taşınıyor; insanlar hava alanı servisi, Selçuk dolmuşu soruyor.) İyi ki gelmiş. Sar, çok hızlı atmosfer kuran; kurduğu atmosferi, kendi becerisiyle kırıp çok hızlı değiştiren bir performanstı. Gündüz düşü gibiydi. Tüm ekibin eline sağlık.
- Her oyundan ayrıntılı bahsetmem gerekmez miydi? Bu festivalin asli unsuru onlar sonuçta. Buraya, reçele konan arılar gibi uçuştuysak, bu reçelin tüm tadı, şekeri (insanlar bavullarını taşıyor ve bakkal hesabı kapatıyor. Gidiyorlar ve ben niye devamlı metafor yapıp duruyorum.)
Ebediyen kalacak evler inşa eden var mı?
Ya sonsuza dek geçerli sözleşmeler imzalayan?
Irmak taşar mı sonsuza dek?
Birdenbire
Hiçbir şey kalmaz geriye
Akarsuya karışan su sineklerinden
Güneşi gören yüzlerden
Sonsuza dek görmenin bir yolu yok mu?
Yok mu büyülü bir söz?
- Celal’in yönettiği İlke’nin oynadığı, sekiz sene sonra sandıktan çıkan (tanrım, yine metafor.) Gılgamış oyunundan… Biraz ağlamaklı mı olsak? Gerçekten yok mu tüm hakikati ifade edebilecek söz, büyülü bir söz. Gerçekten sonsuza dek süremez mi güzel şeyler? Tekrarlanacağından emin olamaz mıyız? Medrese diyorum, bizler diyorum, buradan yolu geçem herkes, bizde mi bu döngüye dahiliz. Bizi sakinleştirecek bir cevap yok mu? Kurtulsak soru sormaktan hiç değilse.
- Bazen ağlamak, durumu fazla romantize ediyor diye kızıyorlar (kim?). Oysa bu festivalde gülen yüzler kadar, ağlayanları da gördüm, okuyucu. Gerçekten. Sen festivali sakın, sadece neşeye dayalı bir kutlama zannetme. Ağlamak da kutlamaya dahil. İyi ki…
- Bir gece diyorum, herkes uyuduktan sonra kalksam, gizlice dolanmaya başlasam. Bakkalın filtre kahve makinesini, Celal’in elektronik sigarasını, Erdem’in galü beladan kalma toşiba laptopunu, minderleri, çimlere uzandığınız, tenhalarda unuttuğunuz tüm minderleri, duyuru çanını, Nesri’nin cep telefonunu, sabahları ısrarla ustadan istediğiniz tereyağını, inatla soğuk su akıtan sebili, ışıkçıların çakmağını, hatta medresedeki tüm çakmakları toplasam, sonra bir zepline atlayıp kaçsam. Yine de festival devam edebilir miydi bunlarsız?
- Yeterince cümle yığabildiysek eğer, şimdi bu küçük tepenin üstüne çıkalım. Uzaklara dalalım. Festivalin başında sorduğumuz soruya dönelim: “Bir insan, gerçekten festivalden ne bekler?”. Belki de festivalin, gezegen gibi bir çekim kuvveti olmalıdır. Bizi hayattan bir süre koparmalı, etrafında döndürmeli. Dönmekten kafamız uyuşmalı, kendimizi bir süre unutmalıyız. Bir nevi esrime hali gibi, kalabalığa karışmalıyız. Sonra, muhakkak bir yerinde bizi hayata geri fırlatmalı festival. “Bir festivale katıldım, hayatım değişti.” gibi bir şey değil bahsettiğim. Tüm bu unutuş ve hatırlayış safhalarında, kalabalık ve ‘ben’imiz arasında, hayatı bir süreliğine askıya alabilmede gerçekleşecek bir dönüşümü kastediyorum.
Aslında bu yazıların sinsi bir ikilemi var, okuyucu. İtiraf ediyorum. Bir şeyleri not düşerken, bir şey açığa çıkarırken ve hiç gelmeyenlere burası hakkında fikir verirken, aslında bir bilinmezde yaratıyor. Uzakta olanın, ancak hayal edilebilenin, sınırlı sayıda insanın katılımıyla yapılan bir şeyin çekiciliği söz konusu burada. Sadece katılanların bildiği, ezoterik bir deneyimden bahsediyorum. Bu yazı bu farkı kapatmıyorum, daha belirgin hale getiriyor. Sadece müdavimlerinin bildiği salaş bir lokanta, az kişinin takip ettiği müzik grupları, filmler, kitaplar gibi… Bu yazılar, aslında her şeyin üstünü daha da örtüyor olabilir. Belki sık sık festivalin hakikatini arıyorum derken, o hakikati daha gizemli hale getirip, üstünü örtüp, merak uyandırıyorumdur (ah, küçük sinsilikler.). Şunu diyor olamaz mıyım: biz, burada olanlar sizin bilemeyeceğiniz bir sırra vakıf oluyoruz aslında.
Peki okuyucu, şimdi yeni bir sorunun eşiğine geldik: Gelecek sene bu festivalin anlatılamayacak sırrına kimler vakıf olabilecek, buranın hikayesini kimler yazacak acaba?